the whole world is our playground

the whole world is our playground
the whole world is our playground

6 Aralık 2009 Pazar

ÇAY

saat neredeyse öğleni vuracaktı. 8 dakika gerideydi yine. gözlerimi açmak zor. neredeyse büyük boy pizza boyutundaki ''O kadar aylaksın ki normal saatler snei uyandırmaya yetmiyor, ama korkma cüzzi bir miktar karşılığında seni uyandırıyoruz'' saatimi buçuğa kurdum ve duş almak için aylak aylak yürüdüm. J'nin telefonunu bekliyordum ve biraz soğuk sudan sonra, düşüncemle heyecanlanacaktım. Ayaklarım çorapların esaretinden kurtulup küvetteki soğuğu keşfederken, duşun telefon ahizesine benzeyen kısmının ismini bilmediğimi farkettim. Ardından bir film karesinde bulunmanın zorunluluğunda -iki boyutluymuşum da insanların karşısındaymışım, her an perdeler üstüme kapanacakmış gibi- ahizeye benzettiğim şeyi kulağıma tuttum.
''merhaba dünya!''
nitekim ne ben iki boyutluydum ne de her şey ''bakkalın karısıı emmanuella''daki gibi mutluya bağlanıyordu. Suyla oynamaktan sıkılıp çıktım. J 15 dakika sonra geldi. Aramadı. Bir süre bir şeyler ikram etmem için yüzüme baktı. Umudunu kesince, mutfağa doğru yürüdü. Mutfakta ilgimi çeken bir şey vardı. Hayır O değil,kaşık sesi. Kenardaki tabureye oturup biricik arkadaşıma en güzel gülümsememi fırlattım. O sa yakaladı, yuttu, şişirip ikimizi de küçük bir ısı baloncuğuna hapsetti.
sabah uyanmak için sıcak çay gibisi yoktur. ama o da en sonunda bitti ve bize sadece berbat bir kuruluk ve çayla sigaranın tadı kaldı.
J ''O gitti ama fotoğrafları hala bende.'' dedi. ''olur öyle şeyler''dedim. ''Kötü olan kalıyor, bir çay daha koysana sen.''
Kaşıklar şakıdı; benim suyum ısındı. ''E hadi kalk artık be sende.'' ''Biraz daha dur, yorucu olacak, ne zamandır yürümedim.''dedim sandalyenin döşemesini tırnağımla sıyırıken. J sıkıldı. Ağır ağır dudaklarını oynattı, ben de her zamanki gibi onu heyecanla karşıladım, köpek misali.
''Geçen gün Bleri gördüm. Kahve makinesinin başında toplanmış bir şeyler planlıyorlardı.''
''Evet Irak'ı bombalayacaklarmış, S söyledi''
''Öf be, iki dakika dinle; geçen sefer tüm planlarımızı bozmuşlardı.''
''Planımız var mı? Yok sanıyordum.''
''Plan yok, şeker var mı?''
''Evet J, sağ en üstteki rafta bulabilirsin.''
Bir nefes alıp aklımdakini söyledim. '' Ne düşündüklerini biliyorum, yani Blerin. Sin çektiği fotoğrafları yakıpbize mal edecekler. En iyisi onlardan önce davranıp biz yakalım.''
''neden ki? sana bu yüzden inanmadım. S sana söylemez''
''neden ki?''
''sevmiyor.''
''neyi?''
''seni.''
''eh hayallerim yıkılmış sayılmaz.''
''evet aman, onu da yapmasın başka neyin var...''
''saçmalama, her şeye sahibim.''
Güldü. Kaşlarımı çattım:
''sen ne zamandır bana böyle davranabiliyorsun?''
''Ha-Ha. Otoriteni mi sarstım?''
''Haha bak ona da sahibim.''
''İt.''
''çay koysana''
''kaldır kıçını artık.''

----------------------------------------------------------------------------------------------

İçi kürklü ceketimi giydiM. En az onun kadar neşeli yeşil beyaz çizgili keten ceketini giydi. Süet çizmelerimi geçirdiM. Kürklü yarım çizmelerini giydi. Şemsiye dedi; yağmurluğu seçtim. Evi kilitledik. Artık parlak Pazar sabahının altındaydık. Cebinden ezilmiş bir paket çıkardı, paketten de bir sigara. ''dönelim mi?'' diye sordu.
''hayır, bana da bir tane ver.''
''bireysel mi takılıyoruz sanki?''
''yo nereden çıkardın? Çay içtim ya.''
''Ne alaka?''
''Hani kahve tek kişiye hitap eder.''
''Ne alaka?''
''Çay için demlik lazım. Demlik yurdum usülü. Otuz tane dayıyı toplasan ağızları tatlanır şurada. Paylaşım geyikleri. Kahve daha bireysel. ha bi de poşet çay ver ki hiç sorma, o kahveye özeniyor gibi. Oysa demlik! Demlik ayrı bişey. hani şu benim evdeki eski püskü zımbırtıdan kimler çay içmiştir kimbilir. Ne dedikodular hapsetmişlerdir o çay molalarına.''
''Hah, drama yıldızı. Paylaşırsan sürekli paylaşırsın, seninki hikaye. Çayın çoğunu da içtin zaten. hem çay simgedir. Sadece paylaşımın değil, ''mutluluk içinde çalışan bir ayağı çukurda tek yumruğu devrimde işçi sınıfı''nın da simgesidir. Senin onlarla alakan yok. ''tembellik Manifestosu''na tapan birinden ne beklenirse o seninki, lafta.''
''Evet lafta çünkü söylediklerim bir şey değiştirmeyecek yani söyleyebilirim kaygısızca. Hem çay globaldir. Unutma ki işçi sınıfının simgesi dediğin o şey asillerin sofralarını değil belki ama ipek örtülü fiskoslarını süslemiştir.''
''süslemiştir tabi ama özdeşleştiremedim ben.''
''Beş çayı, sütlü çay, kraliçenin büyük göğüsleri''
''O da doğru tabi. Ama bir yanlışın var, hissediyorum.''
''Ben de.''

6 Kasım 2009 Cuma

zaman

kraldan önce adı gelir biliyorsun
hatırlar mısın ne güzel tarlalar vardı
çavdarların arasında ne kadar mutluyduk
sen, ben ve
sinekler

zaman öylece akıp giderdi..

güneş kırmızı, çavdar sarı
sen benimdin,
ama ben seni sevmiyordum
hatırlıyor musun
nasıl kırmızıya karışırdık sarılar arasında
sen, ben
ve sinekler.
bok kokardı.

ve zaman öylece akıp giderdi...

8 Ekim 2009 Perşembe

soykaloji!

soykaloji!
uçan atlarımıza binip hindistandaki ucuz otelimizin pis sokaklara bakan balkonunda margaritalarımızı falan yudumlasak diyorum?
ya da fransaya gideriz, çevreye ve dile oldukça fransız. napolyonun topraklarını koklarız. bre napoleon ben bile geçtim üstünden!
bulutlara doğru hafif bir seyahat ama gökkuşağı çok güzel bir şey değil, tek bir renge saplanıp kalırız aman diyim; kırmızıyı severken yeşili maviyi unutmak doğru değil.
las vegasta biraz kumar oynarız, tabi gidene kadar kalırsa paramız. çoğuna gerek yok zaten oksijenin fazlası bile yakıyor diyorlar.
londranın arka sokaklarında uzun boylu manken fizikli sen elbisenle ben smokinimle(post modern girls and old men geleneği icabında). sonra, amerikaya gidip ameliyat ettiririz seni ne diyorsun? bunun üstüne de hollandada yapılan bir lezbiyen evliliği, türk kahvesi yanına likör gibi gider. yarasın!
çok duman, çok para, sen maskara oldun, ben zampara.
hayır başımı ağrıtacaklar da ağrıyan uzvumu kesmeyi deneyeceğim diye korkmasam?
geç bunları.

5 Ekim 2009 Pazartesi

ben, ben, ben


O yaratıcıysa; ben daha da yaratıcıyım!

ilkel

. tanrının varlığına kanaat getiremeyeceğimize inananlardanım veya bir enerji olarak varsa bile bu evreni çoktan terkedip gitmiştir, ve ne ben onun umurundayımdır, ne de o benim.
bugün okulda din dersinde herkes testlerine gömülmüştü, bu durumdan bunalan bir kaç kişi olarak hocayla tartışmayı tercih ettik. kısaca islamdaki cennet inanışının biyolojik hazlara hitap eden bir biçimde tasvir edildiğinden, bunun nedeninin savaş sırasında çekilen yoksunluk olduğundan bahsetti. ve var oluşun amacının ne olduğunu sordu. herkesin cevabı birbirinden faklıydı; bana göre ise tamamen amaçsızdı. bir oyunun içindeydik, ve her şey sadece süregelmişti. önemli olan ise başlangıç ve bitiş; ölümle yaşam arasındaki o süreyi olabildiğince tadını çıkararak değerlendirmekti.
dinlere veya herhangi bir toplum hareketine inanmıyorum ancak sadece arkadaşımın ''cennet neden böyle tasvir edilmiş?'' sorusuydu beni düşündüren. belki sadece muhalefet olmak istedim, belki de savaş sırası yoksunluk dışında bir neden olabilecğini düşündüm ve n,iden aklım şu düşünce geldi.
yüzyıllardır düşünme eğilimlerimiz doğrultusunda, yavaş yavaş ilkellikten vahşilikten uzaklaşmış, hayvani duygularımızı unutmuştuk. oysa bahsedilen cennet tasviri bana en derinlerimizde gizli olan hayvansal güdülerimizi hatırlattı. belki de yapmamız gereken, solunabilecek her oksijen kütlesini içimize çekmekti. yani, düşünebileceğimiz herşeyi düşünmeli, din babalarınca günah diye tabir edilen her hazzı her deneyimi tatmalıydık. isteğimiz tükenene kadar; düşünecek hiç bir şeyimiz kalmayana kadar. (çünkü düşünmemenin tek yolu düşünecek hiç bir şeyimin olmaması bence; gerçekçi olursak meditasyon yapan insanlar bile aklını çok uzun süre boş tutamıyor. ) böylece hepimizin doğdukta sonra kendimize aşıladığımız sorunlar çözülecek ve rahatlayacaktık. o kadar çok mavi soluyacak, o kadar çok koku duyacaktık ki artık bunlar bize sıradan gelecekti ve estetik kaygılara yönelik hiç bir isteğimiz kalmayacaktı. (bir insanın makarnayı çok sevmesi ancak çok fazla yedikte sonra makarnadan tiksinmesi ve uzun bir süre yememesi gibi. zira buradaki asıl neden fizyolojik değil psikolojiktir.) dolayısıyla, sadece yiyen içen, üreyen birer organizmaya, yani geldiğimiz yere birer hayvana dönüşecektik. her birimiz! ancak sonsuzluğu göz önüne alınca bu döngü asla bitmeyecek insanlığın akli devrimini yapmasıyla belki bundan milyon asırlar sonra birileri oturmuş, benim düşündüklerimin aynısını düşünüyor olacaktı. kim bilir. yani ne kadar günahkar olursak cennete o kadar yaklaşacak, ne kadar suç işlersek o kadar arınacak ve hayatı bir amerikan elitinden daha yavaş ama daha anlamlandırarak tükenecektir. düşünmemek günah!

p.s: biliyorum düşünülecek çok şey var ama bahsettiğim de .çok olanaklı bir şey deği sadece aklıam geldi. belki 2 3 asır yaşayabilseydik gerçekleşebilirdi. insanın yaşam süresi uzuyor diyorlar tıp ilerledikçe. kim bilir?

2 Ekim 2009 Cuma

bazı arkadaşlarım ,62 ve bakış açıları

çılga

62den tavşan yap
sonra özgür bırak.

handik

62den tavşan yap
7 ekle 69 olsun

turşu

62den tavşan yap
sonra becer

bilge

62den tavşan yap
''ay ne tatlısın sen öyle''

sevil

62den tavşan yap
sonra örgütle

a-lee

62den tavşan yap
her uzvu kulaklarıyla doğru orantılı mı ki ehi ehi

dans etmek istemiyorum.

bugün saat 6 suları bilgeyle keyifli bir şekilde biralarımızı yudumlarken (sanki maldivlerde malibu falan yudumluyoruz amk) gözümüze yan taraftaki apartmanın en üst katlarından birine asılmış olan ila çarpana kadar birbirimize söylemek için bir kaç kelime arıyorduk.
kocaman harflerle ''dans etmek ister misiniz?'' yazan afişin altında iki tane telefon numarası vardı. hemen birine ''hayır dansetmek istemiyorum'' diye mesaj attık. ardından arkadaşlarımıza da aynısını yapmaları için mesaj attık.
ya süre bana çok kısa geldi, ya da mesajı alan kişi hızlıydı. bilgenin telefonu ötmeye başladı. açtım. tanımadık bir ses, kıkır kıkır gülüyor. ilanın sahibi olduğunu anlamak için gerizekalı olmaya gerek yok. efendim dedim. napıyorsunuzz siz yaaaa dedi.
-güldürme servisi efendim.
-ya ne demezsin
-ne güzel mutlu ettik sizi ama, bir teşekkür bekliyor insan.
-ya pek mutlu oldum arka arkaya 6 kız hayır dansetmek isemiyorum diye mesaj attı. nereden buldunuz numaramı?
-ilanda gördük biz. hani şu apartmanda asılı olan
-.... cafede misiniz?
-(ben yusuf yusuf) yok önünden geçtik ama. neyse iyi güler sizeee
çat.

haklıymışım.
62den tavşan yapıp, doğaya bırakıyorum.

1 Ekim 2009 Perşembe

sıcak kurabiye!


bugünkü tarifimiz ben üzerine. bana bir ben pişireceğiz.

efendim fırına gerek yok tacizlerle, duygularını sömürmekle şekilleniyor insanlar. benimki çok sömürüldü o yüzden başkalarına karşı yönlendirilebilecek duygu ilave ederek başlamalıyız; ki kurabiyemiz kahveli olmasın. duygularını kendilerine yönlendirince biyerlerde oturup kahve içerek kendilerini anlamaya, anlayıp kendisi gibi olanları bulmaya çlışıyolarmış diye duydum çünkü. yanlış da duymuş olabilirim. eefen(d)im ben bazen biraz ama çok biraz yalancı olabiliyor.. cur?


dreams are my reality

Dreams are my reality
the only kind of reality
maybe my foolishness has past
and maybe now at last
I'll see how a real thing can be.
uykuyla uynaıklık arasındaki o bulutsu dakikalarda yaşıyorum. ve benim idealar dünyamda küçük bir mağaram var. yüzyıllarn izlerini taşıyor orası. kendim için biriciğim, ama tek değilim; isterseniz gidin bakın benden öncekilerin kalıntıları yatıyor orada. orada yalnız deilim, hiç olmadığım kadar kendimleyim.
dün her tarafı kaplamış renkli ve işlevsiz eşyalarım arasında, bir kolye buldum. küçük bir yuvarlak ve üzerine wiccan alfabesiyle kazınmış yazılar vardı. onu sahiplendim ve sahip olduğum her güzel şeyi de ona yükledim. anlamsızdı, anlamlandırdım. kimse göremese bile boynuma duruyor, tüm gününü orda geçirdi, mutluyduk.
okuldan eve yürürken, bulutlar sardı yine her tarafımızı. ucuz bir filmin, ucuz oyuncuları gibi hissettik elimizde ucuz bir sigara vardı. sadece yürüdük. yapraklar rüzgara karıştı. biz yürüdük.
tuhaf, gerçekten tuhaf! aklım yerine geldiğinden beri kendimi bir film karakteri gibi hissediyorum. aklım yerine geldiğinden beri, hep güzel ve düzgün mekanlarda bulunuyorum. aklım yerine geldiğinden beri davranışları absürd.

Who the FUCK is Candy Warhol?


”bedava mesaj hakkımı -her gece insanları dünyanın belli başlı şehirlerinde sabah olmuş olabilir diyerek – suistimal etmeyi seviyorum.''


''yok be daha onyedi. ama 30 olsam da aklı selim kategorisine girmem herhalde. bazen vitrin aynalarından kendime bakıp gülüyorum. ulan başka birisi olsaydım da beni görseydim mongol herhalde derdim diye”

”bazen sokakta insanların arkasına geçip adımlarını takip ediyorum. tedirgin oluyorlar. bundan zevk alıyorum.”

‘’sıradan bir tartışma.

x: ama böyle olursa bla bla bla insan hakları o yeee bla bla bla

candy: koçum sen benim kim olduğumu biliyor musun?

x: hayır kimsin?

candy: bir bok değilim. ”

”olmak ya da olmamak, benim sorunum değil.”

”insanlar beni ciddiye almıyorlar değil, sorun burada zaten, ciddiye alıyorlar”

”kendini çok ciddiye alan insanlardan nefret ediyorum.”

”all by myself”

Candy Warhol (some can be supermen, all are superbitches)

30 Eylül 2009 Çarşamba

akıl kaçıntısı, mürekkep kesintisi

yazamıyorum. beynim hastalandı. benim aklım uçtu. hep yenilgiler yüzünden... ancak bu sefer başka; pek yeni bir şey oldu. kalemin kapısının çalınmasına tahammül edemezdim. suralarım o kadar sağlamdı ki benim! her bir taşı kendim koymuştum; yenilgi farklı maskelerle şafakta belirdikten sonra. sağlamdı; pek sağlamdı! hiçbir insan ordusu yıkamazsı, kirli ve kalındı...bir gece ak baykuşumun sesiyle uyandım; kapım çalınıyordu. sersemlikle tahtımdan indim; surlarla ilgili hiçbir kuşkuya kapılmadan... merdivenlerden indim, 3 basamak kalmıştı zemine adım atmama;hafiften tökezledim. bu aklımı başıma getirmeliydi, bir şeylerin yanlış olduğunu farketmeliydim... lakin, huzur ve düzen beni o kadar tembelleştirmişti ki. tembelleşen aklımdı, kalemi organize etmek için sarfettiğim güç bedenimi çürütmüştü. bir aptal olabilecek kadar yalnızdım; neye yarar güçlü suralarım; içinde acınası biri kalakalmışken?kapıyı açtım. siyah şapkalı, güzel yüzlü bir bey indi, 2 atın çektiği 2 pencereli kömür rengi faytondan. Açılan kapı, sarayı aydınlattı;umudu bulmamı sağladı; meğer elimin altında duruyormuş... ilk defa o zaman o beye 'ayışığı' dedim. uzunca bir süre misafir ettim Ay Işığı'nı o geceden sonra. meğer fıttınadan kaıyormuş o da; kum fırtınalarından, çölden kaçıp herhangi birinin yanına kuzey kutbuna gelmiş. her şeyimi paylaştım onunla, tahtımı, kedimi,kendimi... fırtınalı gecelerde, dışarıdakileri düşünüp kıkırdaşarak uyuyakalırdık tahtta. Yine böyle bir gecenin sabahına uyandığımda, yanımda yoktu. heyecanla aşağı koştum, 3 basamak kala tökezledim. lakin bu beni uyandırmaya yetmedi. O YOKTU! gitmişti. nedensiz, gereksiz, açıklamasız bir gidiş. bahçeye bakmalıydım, onu bulmalıydım;Ay Işığı'm, tüm umudum!dingin sabah...buzlardan sıçrayan güneş gözlerimi yaktı... bir yanlışlık vardı; surlar yoktu! bir yanlışlık yoktu... kalın sağlam surlardan bir toz zerreciği bile kalmamıştı geriye.gürültü!gürültü!sarayım! biricik kalem eriyordu. tahtım yanıyordu! ilk defa, hayatımda ilk defa çığlık attım. hiçbir şeyim yoktu artık. lakins anki herşey; doğaya ait herşey yavaş yavaş beliriyordu beynimde. soyundumarındımuzaklaştımhiç bir şeye sahip değildim ve hiç bir şey de bana sahip değildi!
şimdi fırtınayla birlikte dans eden bir hiçkimse'yim, herkesim... çelişkilerle dolu bir başyapıt(!) yazıyorum. karmaşa ve yeni elde edilen hazineler, ve sonrasında tekrar karmaşa...kumaşa girip çıkan iğne iplik gibi... İğne gibi tehlikeli, iplik gibi bağlayıcı ve kardeşçe...

''bilinen''e cevabın ''bilinen''i

Karanlık çöktüğünde gözlüklerimizi takarız. Biraz daha soyutlanırız o zaman, ve diğerleri farkedemez, perdede duran sinekler tarafından gözlemlendiklerini. Karşı kaldırımda oturan kedileriz biz.. Hayır, asla kimseyi yargılamak değil derdimiz, sadece bir cüzzamlının ruh halinde hissetmek isteriz bazen. Cüzzamlıyı buluruz, ve sigarasını onunla içeriz, bizim parmaklarımız vardır lakin, asla tensel kederini paylaşamayız belki, fakat duman halkalar halinde bizim de beynimize gider; düşüncelerine gireriz.. İlk gördüğümüz, kapıyı açarız çalmaksızın. Çünkü artık biz yok, tamamen cüzzamyız. Kapının ardında bulduklarımızı o an yorumlamayız, sadece tüm hazineyi alır, cebimize koyar, eve gidip o ayağımızı sıkan botlarımızı çıkardığımız rahatlama anlarında inceleriz.Hiç bir kaybı olmaz kimsenin.. Ama beynimizin bir parçası cüzzamlıdır artık. Yeşil yoldaki dev misali tüm hastalığı, pisliği içeriz.. Kendimize ait olmasa bile, çözüme ulaştırdığımızda o problemleri, tatmin oluruz. Çözümü asla kimseye söylemeyiz, amacımız yoktur bunu yaparken, sadece oyun.

to love


ben her şeye aşığım.
sen bir yere kadarsın.
ama seni de seviyordum.
bazen sen herşeysin.

sen bendin.
ben sendim.
ben benim.
sen sensin.

yarın, o herşey ve ben oyum , o ben.
aslında sadece ben benim.
siz siktirin gidin.

kaldırım taşı ve yuvarlak seven kız

çünkü onu ezip geçerlermiş her gün
her parfüm kokusunu bilirmiş
ayaktan önce ayakkabı numarasını tanırmış

ayaklar görmezmiş onu
gözler görmezmiş
ne kadar yüksek çıkarsa çıksın sesi

2 kaldırım ötede kırmızı paltolu bir kız görmüş
ama ona ulaşmaya gücü yetmezmiş=(
talih bu ya, bir bozuk para yuvarlanmış ona doğru
arkasından palto gelmiş
bir ara da kız

merhaba demiş
-merhaba kim konuşuyor

ben demiş
-ilahi bir ses mi duyduğum? ah persephone!

saçmalama demiş
-hadesimi mi buldum yoksa?

hayır beni
-sen. kim?
kaldırım taşı

aşağı bakmış muzipçe kız. cebinden bir erik çıkarmış ve iştahlı bir şekilde ısırmış, biraz da edepsizce

o ne demiş
erik demiş kız.
seviyor musun? diye sormuş
-evet.

oysa dörtgenmiş. kız yuvarlakları severmiş.

ruhunun iplerini bağlamak isteyen adam

adam her zaman ruhunun iplerini bağlamak istermiş. çünkü ipler yerlerde süründüğü zaman, zaman zaman çamurlanıyor, zaman zaman ıslanıp temizleniyormuş. bu doğal akışa bir son vermek istemiş, boğularak ölmüş.

deliliğin hiçsel analizi

deliliğin hiçsel analizi yapılabilseydi, bir tek X payına düşeni alırdı. Varlığını sadece aklıyla sürdürüyordu. Ne duymak, ne görmek, ne işitmek çişinin sesini! En ufak bir hareket, kırabilirdi narin kemiklerini! Ama şanslıdı X, uyumaya çalışırken kol saatinin tiktaklarını-her tiktakta ölüm korkusu, can sıkıntısı bir yanda, ne ironik!- duymak zorunda değildi.

7! uğursuz 7! bir çocuk farketöişti neden 7den tiksindiğini. pastel boya kokusu, neşeli gökkuşağında her 7 yeşil, her yeşil kusmuktu, alkole dayandığı ergenlik çağlarında. başka bir 7de X kaybetmişti tüm algılarını-ne şans-, bu sayede kendi gerçekliğinin kapılarına dayandı. çelimsiz, pek çelimsiz, hacimsiz! kol dedikleri yanlarında sallanan iki işlevsiz uzuv! ve inanın bana, isterseniz kolayca kırbailirsiniz tüm kemiklerini!
oysa...
Oysa X bildiğinizden fazlası. Başka evren bilmez- bilse de hatırlamaz, hatırlasada bşkalarına bildiremez- kendi dünyasının tanrısı! O ki devrilemez bir ilah,korkusuz, ölümsüz-asla bilmeyecek ne zaman gelecek ömrünün sonbaharı- Ve X ki güçlü bir tanrı. beğenmediği eserini düzeltmeye çalışmaksızın yıkacak kadar küstah. Ve-ne şans!- onun bir kaç dakikasını aldı,hükmünü sonlandırmak kendi yüce hiçliği üzerinde. Ne dünya bıraktı bize ki yaşasak -doyulmaz yaşamaya!-, ne de esaretten bitap bir köle... sadece çürümüş bedeni. kaybedilen bir atnrıydı o, masumiyetti, güzellik, saflık daha adını duymakla kaldığımız ne değerler! belki vardı, belki yoktu. zaten varsa bile bilemezdim. bilsem bile bildiremezdim.